18 Aralık 2007 Salı

18 ARALIK 2007

Ton çıktığına dair aldığımız duyum neticesinde sabah erkenden düştük yola. Saat 5 gibi Murat ve Cengiz’i de aldıktan sonra doğru Tırtar Marina’ya gittik. Oraya ulaştığımızda hava hala karanlıktı. Av için kullanacağımız takımları da alarak dış mendireğin üzerinde başladık şansımızı denemeye. Ben üçlü zargana, Cengiz Yozuri marka rapala, Murat ise kaşıkla başladık ava...

Gün ağarırken ilk balığı ben aldım ve benden kısa bir süre sonra da Cengiz. Orta büyüklükte birer turna. Bu arada kayalıkların üzeri de giderek kalabalıklaşmaya başladı. Biz ilk gittiğimize bizden başka sadece üç kişi daha vardı ancak daha sonra bu sayı onu geçti. Gün ağardıktan kısa bir süre sonra yanımızdakiler ilk tonu aldı sonra bir tane daha sonra bir tane daha. Bu arada Cengiz ile Murat’ta zarganaya döndüler. Kısa bir süre sonra benim oltama oldukça güçlü bir balık asıldı. Biraz çektim sonra balık biraz çekti sonra ben çekmeye devam ettim. Bu arada balık benim sağ tarafıma doğru kaydı iyice ve ben kayalara girecek ya da misinayı kestirecek diye oldukça korktum. Bu kez ben sola doğru asıldım ve gücü azalmaya başlayan balıkta sol tarafa yöneldi. Bu fırsatla kıyıya oldukça yaklaştırdım. Kayalara iyice yaklaşınca bunun bir ton olduğuna emin oldum. En azından buralarda ton ya da palamut diyorlar. Son bir güçle biraz daha asılıp kalamayı boşlayan balık daha sonra teslim oldu ve kayaların üzerindeki yerini aldı.

Avdan sonra hepimiz işe gideceği için saat 07:20 gibi avı bırakıp geri döndük Mersin’e. Çok bereketli bir av olmamasına rağmen hepimiz eğlendik ve muhtemelen bizi kısa sürede tekrar aynı yere sürükleyecek heyecanı yaşadık.














































Bu da balıklar fırından geldikten sonra (satın alınan ilave turnalarla birlikte):

METİN

Apartman görevlimiz Metin de usta balıkçıymış meğer. Ben tatlısu balıklarından çok anlamıyorum ama büyük olan sanırım güzel bir sazan. Diğerlerine de Metin levrek diyor ama ben pek emin değilim. Belki de gerçekten tatlısu levreğidir...

















12 Aralık 2007 Çarşamba

24 KASIM 2007

Cumartesi sabahı yine erkenden kalkarak Yunus Mehmet’in teknesine atlayıp düştük yola. Toplamda dört kişiydik Hakan ve Selçuk ile birlikte. Bu kez yazacak pek birşey yok. Son haftalarda yaptığımız en bereketsiz avdı. Yine üç dört farklı kerterizi denedik ama tüm tekne toplamda 2.5-3 kilo kadar balık tutabildik...
































26 Kasım 2007 Pazartesi

AĞDAN ÇIKANLAR

Bunlar da 17 Kasım'da yaptığımız av günü kaptanımız Yunus Mehmet'in ağından çıkan balıklar. Sargoz, karakulak, halili, turna ve kefal.































23 Kasım 2007 Cuma

17 KASIM 2007

Her zamanki gibi sabah erkenden çıktık yola ve saat 5 gibi ilk meramızda demirledik. Burada iki saat kadar bereketsiz bir av yaptıktan sonra 9 kulaçtaki ikinci meramıza gittik. Aynı şekilde burası da verimsizdi. Son olarak 8 kulaçta Mehmet Dayı’nın bildiği bir başka kerterize gitmeye karar verdik. Bu kez seçim doğruydu ve kısa süre içerisinde yiyeceğimiz balığı yakaladık. Herkesin ortak düşüncesi sabah ilk olarak buraya gelseydik oldukça iyi balık tutabilirmişiz şeklinde idi. Toplamda 10 parça kadar güzel çipura aldık bunun haricinde ben bi adet kaya lagosu yakaladım...














































19 Kasım 2007 Pazartesi

10 KASIM 2007

Bu haftasonu gitmeyin...
Fırtına geliyormuş!
Lodos patlayacakmış.
Orta Akdeniz üzerinden son yılların en şiddetli fırtınası geliyormuş.
Siz kafayı mı yediniz?

Arkadaşlardan, sağdan soldan duyduklarımızdan sadece bazılarıydı yukarıdakiler cumartesi sabahı balığa gitmeyi planladığımızı söylediğimizde. Oysa ben üç koldan birden sürekli takipteydim. Bir taraftan meteoroloji müdürlüğünün internet sayfasından, bir taraftan www.wunderground.com dan bir taraftan da kaptanımız Mehmet dayıyı arayıp son durum bilgisi alıyordum. Cuma öğlene kadar şiddetli rüzgar vardı ve daha şiddetlisi de bekleniyordu ancak cumartesi akşam saatlerinde başlayacağı öngörülüyordu. Hatta beraber balığa gideceğimiz Hakan ve Selçuk’u bile zor ikna ettim sabah 4:30 da Marina’da buluşmaya.

Sabahleyin pırıl pırıl bir deniz karşıladı bizi. Gece boyu dağdan esen rüzgar denizi iyice yatırmış ve neredeyse sıfır dalga vardı. Birazcık söylendim tabii arkadaşlara :) Zülküf ve Mehmet dayıyla birlikte beş kişi açıldık suya. Bu kez ilk denememiz 5.5 kulaçtaki meramızdı. Burada çok balık yapmadı. Biraz sargoz, ısparoz ve gelincik yakaldık. Ben bir tane çipura yakaladım. Gün ağarmasına yakın 9 kulaçtaki meraya kaydık ve ilk bir saat boyunca güzel balık yaptı, yine genellikle sargoz, ısparoz tektükte kubbes ve tral. Avımızın son dakikalarında ben bir çipura daha aldım ve böylece ilk kuzuyu yalnız bırakmamış olduk...













































































6 Kasım 2007 Salı

4 KASIM 2007

Yılmak yok yola devam!!

Evet bu parolayla çıktık yola pazar sabahı erkenden saat 4 te uyanıp. Bu kez av yapanlar yine benle Hakan, üçüncü olarakta Hakan’ın teyzesinin torunu Selçuk idi. İlk başta yine 9 kulaçtaki kayalığa demirledik. İlk balığı ben yakaladım ve bu aynı zamanda günün en büyük balığı olan bir gargurdu. Bunun ardından sargoz, bir tane tral ve birkaç parça daha gargur yakaladık ancak daha sonra balık kesildi. Bu arada ben sargoz olduğunu tahmin ettiğim epey irice bir balık kaçırdım. Balık önce yakalandı ve ben çekmeye başladım. Aynı bir sargoz gibi birkaç metre geliyor sonra dibe doğru çok güçlü bir hamle yapıyordu. Tahminen yarıya kadar çekmiştim ki yine güçlü bir hareketle kurtuldu gitti iğnenin ucundan. Her ne kadar kaçan balık büyük olur derlerse de yakalasaydım sanırım hayatımda tuttuğum en büyük sargoz olacaktı...

Tahminen birbuçuk saat kadar sonra aynen geçen seferki gibi yer değiştirerek 6 kulaçtaki meramıza demirledik, iyiki de öyle yapmışız. Her ne kadar balıklar küçük olsa da burada epey ısparoz, kuppes ve sargoz aldık. Günün en büyük sargozunu kaptanımız Mehmet dayı yakaladı ama maalesef onu fotoğraflayamadım. Toplamda ben üç kilo, Selçuk ise iki kilo civarında balık yakaladı. Hakan ise bu kez hafif tekne tutmasının da etkisiyle genelde kamarada uyuyarak geçirdi avı.

Avımız öğlen bittikten sonra kaptanımızın serdiği ağı toplamaya gittik. Yaklaşık bir kilometre uzunluğundaki ağdan sadece dört parça tral ve bir adet domuz çipurası çıktı dolayısıyla onları fotoğraflamak aklıma bile gelmedi. Zaten trallerin çoğunun kafaları kaplumbağalar tarafından koparılmıştı. Mehmet dayının söylediğine göre bunlar ağdan çıkaramadıklarıydı ve muhtemelen bazı balıklar da tamamen yenilip bitmişti! ODTÜ deniz bilimleri enstitüsü son yıllarda epey gayret göstererek buralarda çok sayıda caretta caretta üretti ancak pekçok balıkçıya göre de bu kadar çok kaplumbağa doğanın dengesini olumsuz yönde etkiledi. Büyüklerimiz bundan 50 yıl önce bile bu sularda hiç bu kadar çok sayıda caretta caretta bulunmadığını söyüyorlar. Umarım bu yorumlar doğru değildir ve carettalar ne olması gerektiğinden az ne de fazla sayıda olurlar.
































Ben balıklarla:































Selçuk:
















Kaptanımız Mehmet Dayı:
















Ve Hakan:

5 Kasım 2007 Pazartesi

2 KASIM 2007

Geçen haftaki bereketli avımızın da verdiği umutla öğlenden karides ve sardalyelerimizi ayarlayarak akşam iş çıkışı yeni Marina’daydık. Kaptanımız Mehmet Dayı (Namı diğer Yunus) tekne başında bekliyordu bizi. Vakit kaybetmeden eşyalarımızı tekneye aktarıp çıktık yola. İlk durağımız 9 kulaçtaki kayalıktı. İlk meramıza vardıktan kısa bir süre sonra umduğumuzu bulamayacağımızı anladık. Burada ben güzel boy bir gargur yakaladım onun dışında birkaç ufak karagöz ve ısparoz vardı sadece. Bir süre sonra aşağı inerek 6 kulaçtaki yerimizi denemeye karar verdik. Orda da umduğumuz çıkmadı. Daha da kıyıya 4 kulaçtaki kayalara geldik ama maalesef orda da balık yapmadı. Mersin’in farklı yerlerinden tekneyle açılan tüm arkadaşlar aynı şeyi söylediler o akşam için, maalesef hiçbir yerde balık yapmamış. Tüm tekne gece yarısını geçene kadar sadece 2-2.5 kilo kadar balık tutabildik ve av sonunda tüm balıkları bizimle ilk kez balığa çıkan Zülküf arkadaşımıza verdik...

















Zülküf balıklarla:





































2 Kasım 2007 Cuma

30 EYLÜL 2007

Geçen haftasonundaki tekne avımızı önce yazıp kronolojik sırayı bozdum ama bu da daha önce yapmış olduğumuz bir levrek avı...

30 Eylül Pazar sabah erkenden çıktık yola. Mersin-Kazanlı’daki levrek meramıza geldiğimizde gün henüz ağarmamıştı bile. Deniz istediğimizden daha durgun, su seviyesi beklentimizden daha aşağıdaydı ama herşeye rağmen üçlü zarganalarımızı çıkararak başladık at çek yapmaya. Yaklaşık bir saat kadar avlandık ancak maalesef bir kez daha verimli bir av yapma şansı bulamadık. Ben iki tane ufak levrek aldım, beraber gittiğimiz Hakan arkadaşımız ise balık alamadan kapattık günü.


1 Kasım 2007 Perşembe

27 EKİM 2007

Geçtiğimiz haftalarda birkaç kez denememize rağmen tekne ile açılarak yaptığımız avlarda pek verim alamamıştık. Bunu bağladığımız temel sebep Mersin’de havaların hala çok sıcak gitmesi ve yağmur yağmamasıydı. Maalesef hala yağmur yağmış değil ancak geçen hafta havalar en azından geceleri biraz serinlemeye başlamıştı. Tekne ile gidilen avlardan güzel haberlerde duymaya başladığımız için cumartesi günü için tekrar deneyeme karar verdik. Yem olarak cuma öğlen ve cumartesi sabah aldığımız takviye ile toplam üçbuçuk kilo karidesimiz vardı.

Dört arkadaş (Hakan, eniştesi Ziya ve teyzesinin oğlu İbrahim ile birlikte) Cumartesi saat 15:00 da açıldık ve takriben 10-15 dakika sonra 3 kulaçlık sığ suda demirledik. İlk demirlediğimiz yerde 1 saat kadar kaldık. Aslında balık vardı birkaç orta boy sargoz almayı başardık ama maalesef dipte büyük bir domuz çipurası sürüsü vardı ve bize pek tat vermedi. Hem balıklar ufaktı hem de zaten ufacık ağızları olan domuz çipuraları genelde yemlerimizi yiyorlardı.

Daha sonra yer değiştirdik ve biraz daha batıya kayarak yine 3 kulaçlık sığ suda ava devam ettik. Burda da ilk başta güzel sargozlar aldıktan sonra tekrar domuz çipurası başladı. İlave olarak birkaç parça da ısparoz, iki tane gargur ve ufak melanur çıktı. Bir süre de burda avlandıktan sonra tekrar yer değiştirdik.

Üçüncü yerimizde havanın da kararmaya başlamasıyla birlikte nihayet domuz çipuraları ortadan kayboldu ve sargoz ile melanur başladı. Ben bir tane ufak mercan da aldım. Bir ara 40-50 metre daha kıyıya yaklaşmak için ufak bir yer değiştirme daha yaptık. İşte burada ilk önce ben orta boy bir çipura aldım. Benden bir süre sonra da Ziya arkadaşımız irice bir çipura aldı. Daha sonrasında genelde melanurlar ve sargozlar nazlı çipuralara pek şans tanımadı. Bir süre burda avlanıp akşam 22:00 sularında son bir kez daha yer değiştirip son yerimizde de sargoz, melanur ve ısparoz aldık.

Bir saat kadar sonra tuttuğumuz balıklar çok iri olmamasına rağmen tatmin olmuş bir şekilde dönüyorduk kıyıya. Ben 5 kilo kadar diğer üç arkadaşta toplam 8 kilo kadar balık tuttuk. Uzun bir aradan sonra 13 ilo balık bizi fazlasıyla mutlu etmeye yetti. Fotoğraflarda benim hasılatı görebilirsiniz:


















































































30 Ekim 2007 Salı

SİNARİTLER

Sevgili balıkçı dostumuz Mehmet Arıkök'ün hayatı boyunca vurmuş olduğu en büyük sinaritin kendi anlatımıyla hikayesi ve fotoğrafıdır. Daha büyük sinaritler vurman dileğiyle Mehmet...

Yaklasik 3 sene boyunca Cebelitarik’ta calisip, daldiktan sonra Turkiyeye donus zamani gelmis ve ben kendimi guzel Bodrum’un cennet sularinda bulmustum. Alistigim bulanik ve akintili bogaz sularindan sonra masmavi ve sicakligiyla insani kucakliyan Ege sulari her sabah bir baska sevkle kalkip dalisa gitmemi sagliyordu.

O sabahta yine digerleri gibi biraz homurdanarak, biraz mahmurlukla yataktan kalkip kiz arkadasimla beraber kucuk botumuzu denize indirmek icin yollara koyulmustuk. Alaca karanlikta botu sisirdikten sonra, yukselen gunesin ilk isiklariyla beraber ufak ufak bizde sevdigimiz tasa dogru yol almaya basladik. Mera klasik Ege maralarindan bir tas ve iki tarafi cok agresif sekilde yaklasik 45-50m derinlige uzaniyor ve sinaritlerde bu dokuntuleri bol olan yem yuzunden cok seviyordu. Tasa 100m kala motorun gazini iyice kisip neredeyse surunerek yaklasip demirlemistik. Son hazirliklar tamam, butun hersey yerindeydi. Butun malzemelerimi kusanip, tufegimi elime aldiktan sonra Elbisemin eklem yerlerine ses yapmamasi icin biraz vazelin surup sans opucugumude alarak botun kenarindan yavasca sarktim sulara. Iki isinma dalisindan sonra tasin daha yumusak olan tarafina ilk dalisimi yaptim.

Girintileri cikintilari takip ederek biraz ilerledikten sonra siper gibi bir tasi gozume kestirerek biraz bekledim ve maviliklerin icindeki pembe pariltilarda hic gecikmeden meraklanip uzerime gelmeye basladi. Yaklasik 10 kadar irice sinarit onumde turlar atarak her turda biraz daha yaklasiyorlar bende yavas yavas tasin arkasinda kendimi geri cekerek meraklarini daha cok cezbetmeye ugrasiyordum. Derken biri menzile girdi ve bende atisimi yaptim. 30sn sonra yuzeyde asagidan parildiyarak gelen 3.5kg luk bir sinaritle bota dogru yuzuyordum. Suyun icine sallanan balik dizgime baligi taktiktan sonra “bir dalis daha?” Diyerek yine koyuldum tasin ayni yuzune....

Biraz ilerisine daha cok gevsiyerek ve konsantre olarak birkez daha daldim. Bu seferki siper 4m kadar daha derin ve ileri dogru uzanan bir burunun uzerinde masa kadar bir kayaydi. Daha tasa elimin degmesiyle onumdeki baliklarin belirmesi bir oldu ama bir onceki atistan olsa gerek cok daha nazli ve bir o kadar daha kurnazdilar. 3-4kg arasindaki baliklar donerken arkalardan hayalet misali belirip belirip maviliklerde kaybolan devler sanki beni tartiyormus gibi genis dairelerde yuzuyorlar, bende rahat olan pozisyonumun avantajini kullanarak iyice gevsiyerek biraz daha uzun kalmaya calisiyordum dipte. Derken olan oldu.. Ilerde bir zeplin misali asili kalan bir devle iste o an goz goze geldik. Balik ne bir kuyruk vuruyor nede oynayan galsamalari disinda bir harekette bulunuyordu. Yavas yavas hafif akintiyla benim uzerime dogru gelirken bende gozlerimi kapatip artik neredeyse biten nefesimi kontrol altina almaya calisiyordum. 5sn... 10sn... 15 .. 20... ve gozumu actim.

Kedi disinden iri disleri ve kapanmayan agziyla iste orada 4m onumde hayallerimin devi bana dikkatli dikkatli bakiyordu. Sirtindaki koyu mavilik, yanaklarindaki pembelik ve patlamaya hazir kuyruguyla nice dalgicin canini yakan, nicelerini olume goturen balikla dakikalar gibi gecen bir saniye bakistik ve bende atisi yaptim. Bir parlama oldu ve dev hic kipirdamadan yana yatti. Yavasca gittim tuttum ve yukari ciktik. Gozlerim herzamankinden dahada iri bota yuzerken baligi sevip oksayip oylece izliyordum. Botta tabi kopan samatayi tahmin edersiniz!

Kahkahalar ve keyif dolu bir sohbetin tam basinda kontrol icin gelen Sahil Guvenlik ekibininde tebriklerini aldiktan sonra icimizden bize nimetlerini hic eksik etmiyen denize tesekkur ederek evimizin yolunu tuttuk.

Bize karsiliksiz bonkorluguyle kucak acan deniz hepimizin annesi, lutfen onu sevelim.

Sevgilerimle, Mehmet Arikok




1 Ekim 2007 Pazartesi

VİRANŞEHİR

26 Ekim Cuma akşamı Cengiz arkadaşımızın yeni aldığı tekneyi hayırlama şansı bulduk. Hayat şartları işte ayın neredeyse dolunay olmasına rağmen haftasonundan başka çokta fazla şans bulamayacağımız için alşam 20:00 sularında tekneyi suya indirdik, daha doğrusu sürükledik. Teknenin fotoğrafını çekmek hiç aklıma gelmedi ama üç buçuk metre boyunda fiber ve 5 beygirli 2 zamanlı Yamaha morota sahip şirin bir tekne. Üç kişinin av yağması için ideal ama biz sınıları zorlayarak 4 kişi olarak açıldık...

Detaylarda çok yazacak birşey yok maalesef. Yem olarak hem sardalya hem de karidesimiz vardı. Hava gayet güzeldi ve 4-5 kere yer değiştimemize rağmen balıksızlığı iki temel sebebe bağladık: Ölü dalga ve dolunay. Yaklaşık gece yarısına kadar süren avımızda toplamda 1 kiloya ancak yaklaşan balık yakalayabildik.

















































28 Eylül 2007 Cuma

ANTALYA BELEK’TE ORKİNOS

Aşağıda gördüğünüz kuzu Antalya Belek’te Club Robinson Nobilis’te yenilmiş ve de tüketilmiştir. :) Kendi tuttuğumuz balık demeyi çok isterdim ama maalesef nerede ve nasıl yakalandığı hakkında otel görevlisinin bilgisi yoktu.

Balık sanırım ‘blue tuna’ denilen en kaliteli tuna cinsi. Bizde orkinos diye biliniyor. Yılın belli aylarında Kıbrıs açıklarında avı oluyor ve 1 tona yaklaşan kilolara ulaşabiliyor. Resimdeki kuzu 80 kg lık bir balık ancak görevli arkadaş ondan birkaç gün önce 200 kg lık bir tanesinin geldiğini söyledi ve onu fotoğraflayamadığım için epey üzüldüm...


































7 Eylül 2007 Cuma

YENİ SEZON

Balık sezonu açıldı. Tüm balığı ve balıkçılığı seven dostlarımıza hayırlı olsun. Her ne kadar her yıl umutlarımız azalsa da umuyorum bizi şaşırtan olumlu gelişmeler yaşarız en kısa zamanda. Bu arada epey yoğun bir dönemde olduğumdan kaç zamandır balık avı yapamadım dolayısıyla fotoğrafta yollayamadım. Ama az kaldı pek yakında başlıyoruz ve umarım güzel av fotoğraflarını görebileceksiniz.

Bugünkü Milliyet gazetesinde de Hurşit Güneş köşesini balıkçılıkla ilgili bir yazıya ayırmış. Yazıyı okumanızı tavsiye ederim.

4 Eylül 2007 Salı

Lüfer Balığı

Bir lüfer balığıyım ben. Henüz sadece dört yaşındayım ama bu sulardaki hemcinslerim arasında en tecrübeli en büyük balıklardan birisi sayılırım. Dört ay kadar önce suların ısınmasıyla Akdeniz’den kuzeye göç ederek geldim buralara. Zorlu bir yolculuktu ama şans yine benimle birlikteydi ve sağ salim ulaştım kuzeydeki sulara. Eşimle yaklaşık üç buçuk ay kadar önce tanıştık. Türümüzün sayısındaki azalma yüzünden epey zor oldu karşılaşmamız aslında.

Daha sonra yumurtlama dönemimiz geldi ve benim eşim de birkaç yüz bin yumurta bıraktı Karadeniz’e. Bir süre sonra yavrularımız dünyaya gelmeye başladılar. Miniciktiler ilk başlarda, gözümüzle bile çok zor görüyorduk onları. Korumaya çalıştık yavrularımızı ama sadece iki kişi yüz binlercesini korumaya yetmedi gücümüz. On binlercesi yaşama atıldıkları ilk birkaç gün içinde kaybettiler hayatlarını. Pek çoğu diğer deniz canlıları için yem oldu. Ama hiç endişelenmedik. Buralarda denge bu şekilde kuruluyordu çünkü. Zaten bütün yavrularımız yaşasa ilerde yiyecek balık bulamayacaklardı. Ne güzel de dengeliyordu kendisini doğa. Ah bir de dışarıdan müdahaleler olmasaydı...

Tam üç ayımız geçti Karadeniz sularında bu şekilde. Geriye kalan dört yüz kadar yavrumuzun hepsi çok sağlıklıydılar. Çok hızlı büyüyorlardı ve daha şimdiden diğer küçük balıkların korkulu rüyası olmuşlardı. Sular yavaş yavaş soğumaya başladı buralarda. Yavrularımızın temel besin kaynağı olan küçük balıklar da azalmaya. Hayır kesinlikle bizim suçumuz değildi bu. Bizler sadece kendisini mükemmel bir şekilde dengeleyen doğanın birer parçasıydık. Ancak insan denen yaratıklar dev teknelerle gelip bizim besin kaynağımız olan balıklardan ve hatta yavrularımızdan tonlarca yakalayıp gidiyorlardı. Bu kadar çok balığı ne yapıyorlardı acaba. Sudan çıkarıldıktan sonra ağlarından düşüp kurtulmayı başaran bir arkadaşım anlatmıştı. Binlerce balık o ağların içinde sıkışıp can çekişiyorlarmış. Ne kadar korkunç bir yaratık şu insanoğlu.

Aradan birkaç hafta kadar daha zaman geçti. Eşim ve üç yüz kadar yavrumuzla birlikte Karadeniz’den güneye doğru koyulduk yola bu sabah. Buralar epey soğudu artık. Hem daha ılık olan hem de daha fazla besin kaynağı bulacağımızı umduğumuz daha güneydeki sulara inmemizin vakti geldi.

- Bakın önümüzde gördüğünüz İstanbul Boğazı çocuklar. Çok şanslısınız, buralar dünyanın en güzel yerlerinden. Sol tarafımız Asya kıtası, sağımız ise Avrupa! Her balığa nasip olmaz bu sulardan geçmek.

Neşeyle girdik İstanbul boğazının sularına. Daha çok kısa bir yol kat etmiştik ki o da nesi!

- Kaçın çocuklar!! Gırgır diyorlar bu ağlara, bir yakalanırsanız bir daha kurtulamazsınız. Canınızı acıtır, hareketsiz bırakıp öldürür sizleri!..

Çoğumuz kaçmayı başardık ölümcül ağlardan. Kuzenlerimizin yaşadığı Amerika kıtasındaki sularda yasakmış ama bu ölüm kusan tekneler. Eşim hala yanımda ardımızda ikiyüz kadar yavrumuzla Marmara Denizi’nde devam ediyoruz yola. Artık daha hızlı ama daha temkinli yol alıyoruz biraz endişeyle. Saatler geçti, birazdan akşam olacak. Şu sol tarafımızdaki körfeze girelim. Belki karnımızı doyurabileceğimiz bir balık sürüsüne rastlarız...

Tenimde hafif karıncalanma başladı, eşimde de olmuş aynısı. Acaba hata mı ettik kıyıya yanaşarak? Solunum da zorlaştı buralarda. Şu denize dökülen dere... Zehir kusuyor sanki.

- Kıyıdan uzaklaşın çocuklar! Kimyasal atık bunlar. Daha önceden de rastlamıştım çok tehlikeli ve öldürücü olabilirler!

Neyse ki oradan kaçmakta aceleci davrandık. Yine de bize göre çok daha küçük ve hassas olan yavrularımızdan kıyıya çok yaklaşan bazıları başaramadılar tekrar açığa gelmeyi. Tekrar toplandık açıkta ardımızdaki yüz elli yavrumuzla beraber. Sağ kalabilenler dahi güçsüz düştükleri için biraz dinlenip sonra devam ettik yola. Marmara Denizi’ni de kısa bir süre sonra geride bırakacağız. Bundan sonrası Çanakkale boğazı ve Ege Denizi...

Herşeye rağmen Ege sularına gelmemiz biraz keyiflendirdi hepimizi. Su sıcaklığındaki hissedilir artış ve kokusunu aldığımız besin kaynakları tekrar arttırdı umutlarımızı. Fazla zaman kaybetmeden yönümüzü tam güneye çevirerek devam ediyoruz şimdi yola.

Bu sesler...

- Dikkatli olun yavrularım bu sesler iyiye işaret değil. Ne yapsak olmuyor, giderek yaklaşıyor sesler. Bunlar... Bunlar trol tekneleri! Onlarcası yanyana hem de kıyıya bu kadar yakın mesafede! Kaçın miniklerim. Kaçın ve kurtarın canınızı...

Moralimiz iyice bozuk artık. Duymuştum ki akrabalarımızın yaşadığı sularda bu tekneleri icat eden Japonlar bile artık tamamen yasaklamış kullanımlarını. Eşim o kargaşadan sonra kayboldu ve bir daha göremedik onu. Sadece elli civarında yavrumla Ege Denizi'nden aşağı Akdeniz’in ılık sularına doğru yol alıyoruz. Açlık, kargaşa, umutsuzluk. Hayat ne kadar da acımasız.

Neyseki sonraki birkaç günümüz daha sakin geçti. Bulduğumuz sardalya sürüleriyle karnımızı doyurduk son iki gündür. Şimdilerde sardalya sürüsü bulmakta daha zor gerçi. Yıllar geçtikçe onların da sayıları azalıyor. Artık tamamen ılık sulardayız ve tuz oranı da arttı. Umarım Akdeniz bize daha cömert ve daha koruyucu davranacak. Sabah erkenden yine bir sardalya sürüsünün peşinden kıyıya yanaştık. Birazdan tüm yavrularımın karnı doyacak!

- BOOOOOOOOOOOOOOMMMMM!...

Bu kez benim de hiç uyarma şansım olmadı yavrularımı. Hiç görmemiş ama daha önce de duymuştum bu tehlikeyi. Dinamit attılar sürümüzün tam ortasına. Sadece benle birlikte sardalya sürüsünün önünü kesmeye giden üç yavrum kurtulabildi. Ne yapacağımı bilemez haldeyim artık. Buralarda kalıp kalan üç yavrumun da ölmesini bekleyemem. Onları da alıp çok uzaklara gideyim diyorum. Kötü insanların bizleri bulamayacağı sulara. Hangi yöne ya da ne kadar gideceğimi bilmiyorum. Sadece gideyim istiyorum. Bir daha bu sulara dönmemek üzere. Gideyim...

23 Ağustos 2007 Perşembe

Sinarit Baba

Sait Faik Abasıyanık'ın meşhur 'Sinarit Baba' hikayesi:
"Cehennem Nişanı"nda beş sandaldık. Güzel bir Ocak akşamı. Hava lodos. Denize kırmızı rengin türlüsü yayılmış. Çok kaynamış ıhlamur rengindeki hayvan, geniş, ölü dalgalar. Sandallar ağır ağır sallanıyor, oltalar bekliyor, insanlar susuyor.

Otuzsekiz kulaç suyun altındaki derin sessizliğe, dibindeki dallı budaklı kayalara yedi rengin en koyusu girer mi şimdi. Sinarit baba döner mi avdan. Pırıl pırıl, eleğimsağma rengi pullarıyla ağır ağır, muhteşem, bir İlkçağ kralı gibi zengin, cömert, asil ve zalim mantosu ile dolaşır mı kim bilir. Altunu, zümrüdü, incisi, mercanı, sedefi lacivertliğin içinde yanıp yanıp sönen sarayını özlemiş acele mi ediyordur.

Sinarit baba ömründe konuşmamış, ömrü boyunca evlenmemiş, ömrü boyunca yalnız yaşamıştır. Onun kovuğundaki zümrüt pencereden ne facialar seyretmiştir. Sinarit baba ne oltalar koparmıştır.

Bu akşam kimin oltasını seçmeli de artık bitirmeli bu yorucu ömrü. Daha her yeri pırıl pırılken, mantosu sırtında iken; dahi eti mayoneze gelirken bitirmeli bu ömrü. Sonra hesapta bir gün pis bir "Vatos"un bir sırtı renksiz, yapışkan ve parazitli bir canavarın dişine bir tarafını kaptırmak var. İyisi mi muhteşem bir sofraya kurmalı bu zaferle dolu ömrün sonunu beyaz şarapla, suların üstündeki başka dünyada yaşayan bir kıllı mahluka (yaratığa) kendisini teslim etmeli.

Sinarit baba oltalardan birini kokladı. Bu balıkçı Hristo’dur; kusurlu adam. Gözü açtır onun. İçinden pazarlıklıdır. Evet, o fıkaradır ama kibirli değildir. Sinarit baba fukaralıkta gururu sever, öteki oltaya geçti. Kokladı. Bu balıkçı "Hasan"dır. Geç. Cart curt etmesine bakma! Korkaktır. Sinarit baba cesur insanlardan hoşlanır. Bir başka oltaya baş vurdu. Balıkçı Yakup iyidir, hoştur, sevimlidir, edepsizdir, külhanidir. Ama kıskançtır. Kıskançları sevmez Sinarit baba. Geç. Şu olta, hasisin tuttuğu olta. Sinarit baba cömertten hoşlanır. Ama bu oltaya bir baş vurmağa değer. Bir baş vurdu. Hasisin oltasının iğnesini dümdüz etti. Sinarit baba iğneden kopardığı yarım kolyozu çiğnemeden yuttu. Hasis oltasını hızla topladı.

"Vay anasını be Nikoli," dedi, "iğneyi dümdüz etti."

Nikoli’nin oltasının yemini kuyruğuyla sarsmakta olan Sinarit baba, Nikoli’nin bir kusurunu arıyordu. Onda kusur mu yoktu. Evvela sarhoştu. Sonra ahlaksızdı, kendini düşünürdü ama, cesurdu, cömertti, hiç kıskanç değildi. Fukara idi. Kibirli idi de. Sinarit baba kibirli fukarayı severdi ama, Nikoli’nin kibrini beğenmiyordu. İnsan oğlunda o başka bir şey, gurura benzeyen şey, yerinde bir gurur, o da değil, insan oğlunun insanlığından, ta saçının dibinden oltasını tutuşundan beliren, isteyerek olmayan, ama pek istemeyerek de gelmeyen bir gurur isterdi. Öyle bir elin oltasını düzleyemez, misinasını kesemez, bedenini fırdöndüsünden alıp gidemezdi.
Beş sandalın beşini de kokladı, beğenmedi.

Sinarit baba, kayasının kenarında durmuş, lacivert alem içinde hafifçe yakamozlanan oltalarla, cıvalı zokalardan aydınlanan saraymeydanı seyrediyordu. Oltalar gitgide çoğalıyordu. Sinarit ve mercanlar şehrinin göbeğinde şimdi tatlı tatlı sallanan onbeş tane fener vardı. Ötede kovuklardan mercan balıkları çıkıyor, fenerlerden birine hücum ediyor, budalaca yakalanıyorlardı. Gözleri büyümüş bir halde yukarıya çıkarlarken dönüp tekrar aşağıya kadar geliyor, yukarıki dünyayı görmeye bir türlü karar veremiyorlardı. Sinarit babaya büyüyen gözleriyle "bizi kurtar şu lanetlemeden," der gibi bakıyorlardı. Sinarit baba düşünüyordu. Gidip o yakamoz yapan ipe bir diş vurdu mu idi, tamamdı. Ama hiçbirini kurtaramıyor, hareketsiz duruyordu. Sinarit baba onları kurtarmanın bu kadar kolay olduğunu biliyordu ama, bildiği bir şey daha vardı. O da ister su, ister kara, ister hava, ister boşluk, ister hayvan, ister nebat aleminde olsun bir kişinin aklı ile hiçbir şeyin halledilemeyeceğini bilmesidir. Ancak bütün balıklar oltaya tutulan hemcinslerini kurtarmanın tek çaresinin koşup o yakamoz yapan ipi koparmak olduğunu akıl ettikleri zaman bu hareketin bir neticesi ve faydalı olabilirdi. Yoksa, gidip Sinarit baba oltayı kesmiş, biraz sonra Sinarit baba tutulduğu zaman kim kesecek? Kim akıl edecek yakamozu dişlemeği?...

O sırada büyük büyük ışıklar saçan bir olta aşağıya inmişti. Sinarit baba ümitle koştu. Bu oltayı da kokladı. Hiç tanıdığı birisi değildi. Yemi ağzına aldığı zaman bu olta sahibinin tam aradığı adam olduğunu bir an sandı. Bu anda da yakalandı. Kepçeden sandala düştüğü zaman Sinarit baba büyük gözleriyle kendisini yakalayana sevinçle baktı. Sinarit baba etrafı kırmızı, içi aydınlık siyah gözleriyle bir daha baktı. Birdenbire ürperdi. Hiddetinden ayaklarını yere vuran bir genç kız gibi sandalın döşemesini dövdü. Belki bizim bile bilmediğimiz bir işaret görmüştü kendisini tutan oltanın sahibinde : Bu adam şimdiye kadar hiç imtihan geçirmemişti. Ömrü boyunca cesur, cömert, Sinarit babanın adamın ne korkunç bir iki yüzlü köpek olduğunu bizim görmediğimiz bir yerinden anlayıvermişti. Bütün devirler ve seneler boyunca kendisini tutan oltanın sahibi ne cesaretini, ne cömertliğini, ne gururunu bir tecrübeye, bir imtihana tabi tutturmamış, her devirde talihi yaver gitmiş birisi idi. Kimdi, ne idi: Sinarit baba da bilemezdi. Ama, belki de ölünceye kadar cömert, cesur, mağrur yaşayacak olan bu adamın şu ana kadar bir defa bile imtihana sokulmadığını anlamıştı. Belki de sonuna kadar bu imtihandan kurtulacaktı. Sinarit baba böylesine hiç rastlamamıştı. Ölmeden evvel adama bir daha baktı. Namuslu, cesur, cömert ölecek olan bu adamın hakikatte korkakların en korkağı, namussuzların en namussuzu olduğunu alnında okuyordu. Bu adam, o kadar talihli idi ki daha, iki yüzlülüğünü kendi kendisine bile duyacak fırsat düşmemişti. Yoksa Sinarit baba yakalanır mıydı: Sinarit baba hırsından tekrar tepindi. Bağırmak ister gibi ağzını açtı. Kapadı.. Sinarit baba son nefesini, böylece bir insanlık imtihanı geçirmemişin sandalında pişman ve mağlup verdi.

17 Ağustos 2007 Cuma

EGE’DE BALIK

Arkadaşlar hepinize tekrar merhabalar. 2 haftalık kimilerine göre çok uzun benim içinse kısacık ve çabucak geçip giden tatıilimden sonra tekrar beraberiz. Tatildeki balık yorumlarını yazmak için yeni fırsat bulabiliyorum kusura bakmayın öncelikle. Bunun iki sebebi var, birincisi tatil dönüşünde birikmiş işler ve çok yoğun tempo ikincisi de kayda değer bir balık tutamamam ve hevesimin kursağımda kalması...

İlk birkaç gün sadece deniz sefası yaparak ve dinlenerek geçirdikten sonra şnorkel ve maskemi takarak Güllük’te denize girdiğimiz koy civarlarında dalmaya başladım. Su biraz bulanıktı ama yine de yaklaşık 45 dakikalık bir ön keşif yaptım. Kayda değer olarak sadece birkaç orta boy (200-250 gr civarı) çipura görünce umutlarım biraz kırılmış olarak döndüm geriye. Sudan çıkmak için tam hergün denize girdiğimiz koyun içinde kıyıya yaklaşmıştım ki 50-60 tane orta ve iri boyda bir Sarpa sürüsü gördüm. Koyun içinde biraz daha dolandım ve yüzlerce Sarpanın orada ikamet etmekte olduklarını farkettim.

Sabahın köründe kalkıp balığa gidecek gücü bulmam birkaç gün daha aldı. Bir gün önceden mamunda aldım ve o sabah gün doğarken uyanıp gittim koya. Mamunları iki üç köstekli dip takımlarına takıp attım. Sarpalar içinde şamandralı ve beş köstekli takımlarıma yem olarak ekmek hamuru takıp salladım suya. Mersin civarlarında geçmişte çok verimli sarpa, sokar hatta çipura avları yaptığım bu yöntemle sadece ufak bir sarpa yakalayabildim. Mamunlarımı da ufak ısparoz ve kaya balıkları maalesef bir çipuranın yemesine izin vermeden tırtıkladılar sürekli ve hızlı hızlı.

Sonçta havamı aldım ve hafif bir sabah sporu yaptım diyebilirim. Resimdeki üç ve bir tane de denize geri bıraktığım daha küçük bir balıkta günün tadı tuzu oldular:




















Google